Bir Karede Yaşayan Zaman 16.10.2025 09:54:27
Siyah-beyaz bir fotoğraf… Yüzlerinde incecik bir tebessüm, ellerinde keskin bir orak. Güneş, tepeden öyle yakıcı vuruyor ki Akören ovasının bereketli toprakları bile kavurucu sıcağın altında soluklanıyor. Bir dönemin önünde sessiz tanık o insanlar; sırtında bulutlara ulaşan bir yük değil, alınlarındaki ateşli terken, ellerindeki narin ağaç askının altında yaşama tutunmaya çalışan bir ömür. Bu karede sararan başaklarla yarışan bir sabır, her öğleyin kavurucu ateşiyle yeniden mızrağına sarılan bir emek var. O günlerde yaz aylarının en güzel yanı bir yandan Bolluk mıydı, yoksa Ahiret’in saadeti mi bilinmez; ama şeytanı bile boza yapan bir sıcak, Akören’in kavruk topraklarını kırmızı sıcağıyla cehenneme çevirirdi. Tarla şerbet gibi parıldayan toprakta dilim dilim çatlayıp kan gövdeyi götürür; güneş, başakların üzerindeki kumral cabezeleri bile yakar, gözü kör ederdi. Elin orak tutan dili titrerdi. Sabah, yükselen burkulmuş ışıkla başlanan hasat öğlene doğru son derce zorlu bir savaşa dönüşürdü: Elde orak, başakların arasındaki kahverengi kül rüzgârı ile savrulan sıcak hava, az sonra patlayacak bir fırtınanın habercisi misali toprağı yalardı. Altın başaklar gevşek ceviz gibi birbirine tutunmuş; her orak darbesi karıncalı bir yarık bırakırken, alın teri gözlerinden süzülüp inceden yağıyordu. “Ekmek alın teriyle kazanılır” düsturuyla uğraşan o yorgun köylüler, dayanacak yer arayan güneşin altında ağarmaz elleriyle metanetle biçerdi bu buğdayı. Omuzlarında balta yükü bir ağırlık değil, gurur vardı; çünkü o ağarmış başakları her biçişlerinde binlerce küçük umut bağlarlardı sofralara. Akören’in nahiyesinden gelen bu insanlar hallerinde “sabır” yazılıydı. Yorgunluk, yüzlerinde hırlaşmış çizgiler bırakmış; ancak bakışlarında çürük altın kadar sağlam bir direnç vardı. Gün boyu susuz koyu toprakla haşır neşir olup, akşam ezanı yeri bulutlu bir serinlikle serindirirken bile, toprakla çetin savaşlarından vazgeçmezlerdi. Ellerinde yorgunluk, belinde beli bükülmüş dizleriyle orak sallayan babanın dizlerinde onun oğulları, omuzundaki çocuğu, kardeşi hep bir adım daha ilerde. O ağır orak darbelerinin her birinde, gürültülü olmadan sabırla doğan umut ve gelecek vardı. Eller nasırlıydı, sırtlar kambur… Ama gözlerde bir kuyu denizinin sakinliği, çekilen acının vermediği bir kibir vardı. Böyle buğday toplayan sıradan insanlar değildi onlar; her evde, her kuşakta nam çıkarmış çalışkan, alınteri dökmüş bir hanedan kahramanı gibiydiler. Dostlarına, kendi çocuklarına ektiği sabır tohumları karşılığında ekmeği buğdaydan çıkarmanın kutsal görevini yüklenmişlerdi. Buğday hasadı, Akören’de tarladan sofraya uzanan bir destanın sayfalarıydı. Çocukluktan beri dizlerine yapışmış birkaç kıl sakalı taşımış, ata binmiş eski çiftçi dedeleri, hikâye anlatır gibi eker, biçerdi. “Buğdayı ağaç değil, insan yetiştirir” derlerdi onların; çünkü mısralardan yılmayan, tohuma gömülen bir sabır vardı kuşakların içinde. Nesilden nesile aktarılan o bilgeliği, artık bilir misiniz? Kuru otların üzerinde, kırık dilde sarılır yüreğine. Salkımlar dilim dillim; her düğümde bir avuç deneyim, bir tutam hikmet gizliydi. Birader dedesi bir öğüt taşçasına kulak ver, o nağmelerde gelecek nesillerin tok sesi yerleşirdi. O eski günlerde traktör vardı belki ama toprağa dokunmak, tohumla konuşmak, ayanı kullanmak, saatler süren orak darbelerinde vücut bulurdu. Hasat yalnızca bereket değildi; ritüeldi, tapundu; Bayramın kardeşi, evlatlığının rüyasıydı. Bu gelenek, her dem düşen başak tanesinin hatırına yaşatıldı. İşte o siyah-beyaz fotoğraftaki insanlar! Beyinleri güneşe, ayakları toprağa sıkı sıkıya bağlı; elleri birbirine temas etmiş, omuz omuza, bir nesli özetleyen insanlar. Uzaktan bakınca sanki donuk bir siluet, yakın çekimde ise her çizgi ayrı bir hikaye fısıldıyor. Kimi başını eğmiş alnındaki çizgiyi belki görmezden gelmiş, kimi kavrulmuş tarlaya ilham veren direnişin tanığı olmuş. O anın detayları değil önemli olan; anlamı, simgeselliği… Fotoğrafın sol kenarında güneşin kızıllığı altında yanan bir baygınlık değil, topluca bir benzetme okunur: Bütün bir dönem, bir hedeften uzaklaşmayan bir azmin fotoğrafıdır o kare. Her yüz bir kuşağın alın teridir; her nasır bir ömür markasıdır. Bu insanlar yalnızca buğday toplamıyor, bir yüzyılın sessiz hikâyesini yazıyor, bir geleneğin vuruşunu anlatıyor. Çocukları, anneleri, babaları var orada; bir tablodan ziyade bir nasihat, bir emanettir o duruş. Onların düştüğü yerde filiz büyümüştü. Toprakla elle tuttuğu andan itibaren saygı hâkimdi kalplere: Ekmekle gelen hayat, alınterinin kutsallığı… Her tohum, bereket habercisi bir mucizeydi; her hasat bereketi, o mübarek emeğin karşılığı. Ekilen her tanede geçmişin mirası, biçilince sofralara konan ekmekte geleceğe dair umudu saklıydı. O insanların gözünde, yerdeki her taş kutsaldı, kökü kopmuş her buğday kırıntısı bir bayram bahşişiydi. Hasadın getirdiği yorgunluk bir övgüydü; alın yandı mükâfatı sofrada yanmayan ekmek. Bıçak gibi parlayan sabır, ilmek ilmek dokunan yaşam onu saklıyordu. Orak darbeleriyle yalnızca başak yığmaz, insanlığa saygının tohumlarını serperdi. Bugün ise, teknolojinin gölgesinde yaşam sürüyor hasat. Büyük makineler, motorlar öyle bir hızla keser ki başaklar kendinden geçmiş gibi tavlanır. O siyah-beyaz fotoğrafın dünyasında birkaç adam, iki kadim bel, birkaç orak vardı; şimdi sırayla gelen devasa biçerdöverler, jeçodlar, hava jetleri. Artık çocuklar orak değil, uzaktan kumandalı traktör simülatörünü oyar. Toprağın kokusunu unuttu mu insan? Belki evet, belki hayır; ama değerler eksiliyor: Emek, dayanışma, sabır… Onlar makinenin panjurlarında kaybolan değerler. Kasırga gibi esen zaman yüklendiği kolaylık paketleriyle kurtarıyor hayatı, ama bu fotoğraftaki akslar, bu kadim çiftçilerin duruşu yok edemiyor; aksine bir anıt gibi oracıkta çakılı kalıyor. Eskinin naif hikâyeleri şimdi çok uzak gürültüde, ama kaybolmayan bir cümlesi var hâlâ: “Tohuma ve emeğe saygı, hiçbir teknolojiyle biçilemez.” Bu köşenin satırlarında anlattıklarımız, geçmişin sıcak bir yansımasıdır aslında. Orada, o siyah-beyaz fotoğrafta yan yana dizilmiş insanlar, sadece buğday biçmiyor, bir umudu, bir mirası biçiyordu. Ve belki de bize hatırlatıyordu: her şey modern olsa da, insanın en büyük hasadı sabır, alınteri ve inançtır. Ali Bekir Gültekin-Ekim/2025
|